22 Eylül 2014 Pazartesi

Fet Ailesindeki Sıradan Bir Gün

 Benim annem hep nefis yemekler yapıyor canlar. Nımmm, yaprak sarmasını mı sayayım biber dolmasını mı? Nar gibi kızarmış kuzuyu mu sayayım yoğurtlu salça soslu mantıyı mı? Cevizli bandunayı mı sayayım peynirli, patatesli, ıspanaklı börekleri mi? Sosisli poğaçaları mı sayayım yoksa kaşarlı patates kızartmalı köfteyi mi? Nımmmmmmmmmmmm! Tatlıları da döktürüyor annem. Kayısılı pastayı mı sayayım limonlu kurabiyeyi mi? Vişneli cheese keki mi sayayım tarçınlı keki mi? Babam da baklava, kestane şekeri, bomba tatlısı alıp bu akına eşlik eder bazı günler. Ancak gizemli olaylar oluyor. Babam şaşkınlıkla;
-Baklava aldığım kutunun çeyreği boş çıktı! Yalnızca baklavanın şerbeti vardı!
Annem şaşkınlıkla;
-Dün akşamdan kalan tavuk yemeği nereye gitmiş?
Diyorlar. Aslında herkes olayın altında acıkan bir Ziyafet abinin elinin olduğunu biliyor ama bu şeker abi bunu elinde olmadan yaptığından onu da kırmak istemiyor. Kırmızı yanaklı tombuş abişim acıkınca kendini tutamıyor. Bunları düşünüp, ablam, abim ve Kıyafetle paylaştığımız çift ranzalı odamıza gidip saçımı topluyorum, ablamın benim yaşımdayken giydiği bir dizimi bir karış geçen etek-bol kısa kollu tişört takımı uydurup çoraplarımı giyiyorum. Ayakkabılarımın bağarcıklarını bağlayıp üstüme de bol bir hırka giyiyorum. Hırkamın hoca cübbesi gibi görünmesini engellemek için fermuarından çekiştirip düzeltmeye çalışıyorum. İşte bu benim giyim tarzım.
 Kapıyı kapatmadan dışarıdan bir kez zili çalıyorum. Bu; biri evden çıkıyor demek. Zili duyup, kapının açık olduğunu gören annem, evde değişik bir yoklama uygular. Herkese tek tek görev verir.
-Zerafeeet! Gel kızım! Kilerden çamaşır suyunu getiriver! Hadi kuzum!
-Ziyafeeet! Oğlum çöpler atılacak!
-Kıyafeeet! Kızım aynanın karşısından kalk bakayım! Acık hareketlen! Yıkayıver balkonumuzu, hadi yavrum!
-Affet Beeey! Marketten yoğurt alır mısınız?
Babama sorulan soruda ayrı bir kibarlık olur. Bu, onun işini mutlaka yapması gerektiğini anlatıyor. Şimdi sıra bana geldi.
-Marifeeet! Kız, koş. Ödevlerini göster bakıyım.
Ben de kapı eşiğinde bunu beklerim.
-Anneee! Ben parka gidiyoruuum!
-Gelirken ekmek de al kızım!
Herkesin bir görevi var ya, benim de bu. Okuldan gelip ödevlerimi yaptıktan sonra evden çıkıp, parka, bakkala, markete gittiğimde ekmek almadan dönülmeyecek! Neyse, görevler iyidir! diyoruz ve parka yollanıyoruz.
 Parkta biz, 8 arkadaş toplanırız. Aişe Sevim, Halime, Gülnur, Marifet, Hüsna, Nazlı, Sevinç, Elif hep birlikte oyunlar oynarız. Aramıza bazen erkekler de katılır, oyunlarımızın tadı tam çıkar. Kenan, Mustafa Murat, Ali Kerem, Salih Emre erkeklerden aramıza katılanlardır. Bu gün yine tarzan, yakantop, ebelemece oynadık ve salıncaklarda sallanıp ayakkabılarızı çıkarıp kaydıraktan tırmanıp, kaydık. Parktayken öyle eğleniyoruz ki! Eve gelince banyo yaptım, tabii ekmek almayı da unutmadım. Yine nefissss yemekler yedik ve yatış. Bitiş der gibi oldu hehehe. Yatış ve okul günümün bitişi.


Marifet FET

Fet Ailesi İle Tanışalım


 Merhaba bendeniz Marifet. Fet ailesinin mensubuyum. Ailenin en küçüğü ama en marifetlisiyim! Her şeyi adım adım takip ederim, benden kurtuluş yoktur. Elim her şeye erer.

 Şimdi size ailemi tanıtayım;
 Annem; İffet Hanım. Epey iffetlidir ve biraz da kızgın. Anneme nazaran daha yumuşak başlıdır babam. Adı çok hata yaptığından değil, bu yüzden Affet'tir. Ziyafet abim ise tombul mu tombuldur. Kendi halinde safçana bir bir abidir. Zerafet abla ise zerafetli mi zerafetli, güzel mi güzel, kelebek gibi bir abladır. Giyinip süslenir. Abimle birlikte beni pek bir severler. İkizlerdir ama boy ve kilo farkından dolayı sima benzerliği pek anlaşılmaz. Kıyafet ise benden 1,5 yaş büyüktür. Çabuk sütten kesilmiş, sadece 5 ayda. Annem de bana hamile kalmış. Yine de ben senden büyüğüm diye gıcıklık yapar. Genelde gıcık tavırlarını korusa da ortağımdır aynı zamanda. Ona çok güzel kıyafetler alınır. Saçını başını pek yapmaz ama bir güzel giyinir de bir güzel giyinir... Bense sekiz yıldır bu dünyadayım. Ne annem gibi çok iffetliyim, ne babam gibi çok merhametliyim, ne abim gibi bana 3 yıl yetecek kadar büyük göbeğim var, ne ablam gibi güzel ve zerafetliyim, ne de Kıyafet gibi güzel kıyafetlerim var. Minyon vücuduma 2 beden büyük gelen ablamdan kalma kıyafetler giyiyorum be!

Ama...
Çok MARİFETLİYİM!
Bu hepsine bedel değil midir?
Ne kadar iffteli, ne kadar tombik, ne kadar güzel olsan da,
Ne kadar güzel giyinsen de,
Elinden bir şey gelmedikten sonra neye yarar?
Ailemin elinden bir iş gelmiyor demiyorum.
Yalnızca en önemli olan elinde bol bol iş gelmesi,
İşlerini iyi yapman,
Elinin her işe erebilmesi,
Çabuk öğrenmen,
Keşfetmekten keyif alman,
Kısacası;
MARİFETLİ OLMAN değil midir?



Marifet FET

Yeni Bir Kurgu Daha

 Arkadaşlar ben bloğuma yalnızca Gezginin Günlüğü'nü yazmayacağım tabii ki! Şimdi sizi yeni bir serüven daha bekliyooor!

 Hem komedinin, hem kurgunun kusursuz olduğu bu hikaye hepinizin hoşuna gidecektir. Özellikle okuduklarında komediyi ve komikliği sevenlere duyrulur; bu hikayede komedi kurguda şlappp diye yerine oturmuştur!
 Herkese selamlarrrrrrrrr, saygılarrrrrrrrrrr ve sevgilerrrrrrrrrrrrrrrr tabii ki de. Bu gün havamdayım dostlarrrrrrrrrrrr!



4 Eylül 2014 Perşembe

Gezginin Günlüğü; Bölüm-1

Gülin'in Süper Müper Hiper Fikri


-Kendinize iyi bakın çocuklar! Öptüm sizi! Bakın unutmayın, ara sıra size gerekli ihtiyaçlar için para göndereceğiz kargoyla. Kontörlü telefon bulup, bizi arayabilirsiniz. Üzülmeyin, anneanneniz iyileşir iyileşmez onunla birlikte geleceğiz buraya!
 Deniz hanım bunları derken Gülin sessizce ağlıyordu. Daha 7 yaşında olan küçük kardeşi Yasin de babasının kucağında, ona sımsıkı sarılıyordu. Sonra uçağın kalkış anonsu yankılandı havaalanında. Aylardan şubattı, dışarıda yağmur yağıyordu. Aile sevgiyle kucaklaştı. Öptüler birbirlerini. Acaba ne kadar sürecekti ayrılıkları? Gülin, kardeşinin elinden tutarken öbür eliyle de uçağın arkasından el sallıyordu. Yasin için de aynı şey geçerliydi. Artık eğitimlerine bir yatılı okulda devam edeceklerdi. Anne ve babaları, Kuba'daki Hawana'da yaşayan yaşlı anneannelerinin hastalanması sonucunda oraya gitmişler ve eğitimlerine devam edebilmeleri için İstanbul'da bırakmışlardı. Gülin'in işi Yasin'e göre daha zordu. Aralarında 5 yaş olan kardeşine karşı küçük anne gibi olacaktı. 

 Çok geçmeden daldığı hülyalardan kardeşinin dürtmesiyle sıyrıldı Gülin.Yasin "Hadi abla uçak gitti. Hala kime el sallıyorsun? Diye kolundan çekiştiriyordu. Gülin o zaman anladı ki düşünüp dururken kolu havada kalmış. İki kardeş el ele dolmuş durağına doğru yürüdüler. Gülin, pozitif bir çocuktu, yağmurda ıslanmak ona iyi geldi. Kötü düşüncelerden sıyrıldı. Yatılı okula gelince hemen müdür odasına gitti. Kardeşi de ardından yollandı. Müdüre kimliklerini veren Gülin, kayıtlarını onaylattı. Annesi tüm yapması gerekenleri ona anlatmıştı. O da akıllı bir kız olarak hepsini uyguluyordu.

 Müdür bey babacan, şeker bir adamdı. İki kardeşin başından geçenleri ilgiyle dinledi. Onlara sıcak çikolata ısmarladı. Sıcak çikolata, İstanbul'un şubat soğuğunda biraz olsun üşüyen Gülin ve Yasin'i kendine getirdi. İki kardeşe bir ranza verdi. Çocuklar tatil gününde serbest olduklarını, sadece saat 1:00'da Cumartesi etüdü olduğunu öğrendiler. Saat zaten 12:40'tı ve yurttan çıkmaya hiç gerek yoktu. Abla kardeş, yalnızca bahçeye çıktılar ve yeni okullarının bahçesini keşfetmeye koyuldular. Bir süre sonra Çiğdemlerin arasındaki bir tahta sıraya oturup, sessizce etrafı izlediler. İşte tam bu esnada Gülin'in aklına süper, müper, hiper bir fikir geldi. Okul tatil oldukça Türkiye'yi gezebilirlerdi. Gerçekten çok iyi bir fikirdi. Gezmeye önce İstanbul'dan başlamaya karar verdi. Bu yaşına kadar İstanbul'da yaşadığı halde bu güzel şehri ayrıntılarıyla gezmemişlerdi. Kardeşine Türkiye'yi gezme fikrini İstanbul'u gezerken söylemeye karar verdi. Tam o sırada saat 1:00 etüdü zili çaldı ve iki kardeş sınıflarına gittiler. Okulları kocamandı. Yasin'in sınıfı 1. kattaki 1/D, Gülininki de 4. kattaki 6/B sınıfıydı. Cumartesi etüdünde sınıf arkadaşlarıyla ve etüt öğretmenleriyle tanıştılar ve eğlenceli bir ders tekrarı yaptılar. Gülin, heyecanla dersi dinliyor, Türkiye'yi gezme fikriyle yerinde duramıyordu.

Gezginin Günlüğü; Bölüm-2

Sana Dün Bir Tepeden Baktım Aziz İstanbul!



Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

O gün Yahya Kemal Beyatlı'nın bu dizeleri dolanıyordu Gülin'in dilinde.

-İlk olarak, bir tepeden bakacağız İstanbul'a, dedi rehber. Bir yapay tepeden. Bu yapay tepe ilk olarak Bizans İmparotoru Anastasius tarafından 523 yılında Fener Kulesi olarak inşa edilmiştir. Ardından Haçlı seferlerinde iyice hırpalanan kule, 1348 yılında Cenevizliler tarafından Galata Surlarına ek olarak yeniden yapılmıştır. Yeniden kentin en yüksek binası olmuştur. Kule 1445-1446 yılları arasında daha da yükseltilmiştir. Kule Türklerin eline geçtiğinde her yüzyıl yeniden tamir edilmiştir. 17. Yüzyılın yarısında Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi yaptığı kanatlarla bu yapay tepeden Üsküdar/Doğancılar'a kadar uçmuştur.

-Buldum!Diye bağırdı Yasin. Bu yapay tepe Galata Kulesidir.
Rehber abi tekrarladı:
-Bu yapay tepe Galata Kulesidir.

 Ve bindikleri turistlere İstanbul'u tanıtan bu minibüs, rehberin anlattıklarını farklı dillere çeviren çevirmenlerin eşliğinde Galata Kulesi'ne doğru yol almaya başladı. Sağda solda tekerlek kapanları, çıkmaz sokaklar derken arabalarını daha Galata Kulesi'ne varmadan yolun kenarına çektiler. Galata Kulesi, 1717'den itibaren bir süre yangın kulesi olarak kullanılmıştı. Her yangında kulede oldukça büyük bir davul çalınarak ahaliye haber veriliyor ve tulumbacılar gereken yerlere su ulaştırıyorlardı. Bir yangında büyük bir bölümü yanınca tekrardan onarılan kulenin 1875 yılında bir fırtına'da külahı devrilmiştir. Yapay tepe, 1967 yılında bugünkü görünümüne kavuşmuş.

-Yerden kulenin çatısına kadar 69 m. 90 cm.'dir. Duvar kalınlığı 3m 75 cm, iç çapı 8m 95 cm, dış çapı da 16m 45 cm'dir. Yapılan statik hesaplamalara göre ağırlığı yaklaşık 10.000 ton, kalın gövdesi işlenmemiş moloz taşındandır. Diye  bilgi veriyordu rehber.

Gülin, bu kalabalıkta kaybolmasın diye kardeşinin elinden tuttu. Kocaa kuleye bakarak gülümsedi. Kulenin efsanesini hatırladı. Bu efsane Yasin'in de çok hoşuna giderdi. Kuleye merdivenlerden çıkmayı tercih ettiler. Daracık, yalnızca tek sıra halinde yürünebilen merdivenler sanki masallardan fırlamış gibiydi. Ne de olsa İstanbul, masallar şehriydi! Yukarı çıktıklarında nefes nefese kalmışlardı. Hemen kulenin balkonuna çıktılar, önce İstanbul'un Efsane'sini anlatmalıydı. Gülin sesine masalımsı bir hava katarak ve ortamdaki sessizliğin bozulmamasına dikkat ederek kısık sesle anlatmaya başladı;
-Efsaneler diyarı, Sarayburnu'ndaki Aline'nin sarayına taşınalı beri, eskisinden daha güzelmiş. Çocukların hayalleri gerçek, gerçekler sanki bir hayalmiş. Herkes birbirine iyilik ve mutluluk dolu hikayeler anlattığından eser kalamış yeryüzünde kıskançlık ve kavgadan. Herkes çoook mutlu ve huzurluymuş. Efsaneler diyarının başında çocuk yaşta bir prenses varmış. Onun güzelliği gözlerinden gelirmiş. Baktığı zaman sevgiyle ısıtır, en üzgün kalplere bile mutluluğu tattırırmış. Bu yüzden ona çok güzel ve çok parlak anlamına gelen bir isim koymuşlar; Rânâ. 

 Rânâ, dünyayı güzelleştiren tüm efsane ve masalların sarayında toplanmasını istiyormuş. Bu yönde ona şehrin koruyucuları olan martılar yardım ediyormuş. Her öykü, anlatıcısından dinleniyor ve sonra harfi harfine saraydaki çınar kabuğu kaplı deftere yazılıyormuş. Bu defterin adı; "Masalistan" konulmuş. Son efsane de yazılıp defter tamamlandığında, yüzyıllardır uyuyan Merza, miskin uykusundan uyanmış. O, güzel sözden anlamayan bir canavarmış. Canavarmış canavar olmasına ama derdi ne insanlarla, ne de hayvanlarlaymış. Efsane ve masallara düşmanmış Merza. "Nasılsa anlatılan masallar bir gün unutulacak, dünya yaşanmaz bir hal alacak" diyerek rahat rahat uyumuş. Oysa ki artık masallar bir deftere yazılıp, koruma altına alınmış. Ne de olsa, akıl unutur, kalem unutmazmış. Bunu duyan Merza, telaşa kapılmış. Güzel sözlerin güzelleştirdiği güzellikler diyarına doğru yol almaya başlamış. Merza bir canavaMış ama neye benziyormuş? O her kılığa girebilen bir sorunmuş. Onu yalnızca gözlerinden tanıyabilirmişiz. Baktığınızda içlerinde hiçbir iyilik taşımadığı belli olan gözbebeksiz, renksiz, puslu gözlerinden...  Dünyada hiçbir canlı onun yanında yer almak isteediğinden o kötü, dünyayı kirletip doğanın dengesini bozacak, insanların, hayvanların, bitkilerin sevmediği şeyleri yanına çekiyormuş. En büyük yardımcısıymış atıklar ve çöpler. Ancak kirli bir denizde yüzebilir, puslu bir gökyüzünde uçabilir, koparılmış çiçekler, rasgele kesilmiş ağaçlar ve kurak topraklar üzerinde yürüyebilirmiş. Efsane kentine ulaşması bu yüzden çok zaman almış. Ancak Tüm yolculuk boyunca anlamış ki efsaneleri yok etmezse eğer, hareket edebilmesi, çöp evinin çöp odaları dışında bir yere gidebilmesi imkansızmış. Masallar, efsaneler insanların beynini yıkayan abuk subuk laflarmış ona göre. Aklından geçen "yıkamak" kelimesi bile iğrendirmiş onu... Efsanelerden çabucak kurtulmalıymış. Ancak çevrede bunca güzellik olduğu sürece bu imkansız gibi görünüyormuş. 

 Merza şehre geldiğinde martıların reisi Haydar, bir terslik olduğunu anlamış. Kalın kaşlarının gölgelendirdiği gözlerini kısıp, şehri koklamış.
-Kötü bir koku duyuyor musun? demiş yardımcısına.
-Uzuuuun zamandır kötü bir şey yok bu şehirde. Bu yüzden unuttum onu, nasıldı acaba, diye cevap vermiş yardıcısı, keyifli bir şekilde.

 Haydar'ın burnu çok iyi koku alırmış. Uzuuun zamandır kötüyle karşılaşmasa da bir şeyin iyi olmadığını hemen ayırırmış. Tüm martıları toplayıp emir vermiş. Tüm şehri didik didik aranacak, kötü kokunun kaynağı bulunup hemen yok edilecekmiş. Merza, onları görür görmez hemen iğrenmiş.
-İyyyy! Ne kadar da temiz ve güzel görünüyorlar, bembeyaz. Hiç hoşlanadım, diyerek hemen tepki vermiş. 
Yakalanmamak için hemen firar etmiş. Ancak kaçarken defterin bir sayfasını da yırtmış, bir yolunu bulup. Ancak fazla güzellik görmekten hasta olmuş, çöp evine kadar bile gidememiş.Kendine biraz pis bir köşe bulabilmiş ancak. Ve iyileşememiş. O öyleyken, Masalistan'ın koruyucularından biri olan rüzgar, çok sert esmiş, elinden o sayfayı almış. Ancak sayfa öyle sürüklenmiş ki, Haydar ve arkadaşları bir türlü bulamamış. Saraya döndüklerinde prensesin yatağında yatan da tıpkı onlar gibi bir martıymış. İnsan halinden geri kalan gözleri aynı güzellikte, bir de boynundaki kolyesi, heybesi ve alnındaki elması şimdiki haline uyum sağlayarak onu bırakmamış. İşte tam da buradan tanıyormuş artık Rânâ. Bu kötü büyünün bozulması, rüzgarın Merza'nın elinden almak için sürüklediği kağıdı bulmaya bağlıymış. Merza ise birazcık mutluymuş. Rüzgar, yanlışlıkla onun işini kolaylaştırmış. Ancak güzellikler onu hasta ettiğinden sayfayı bulmalarını engelleyemiyecekmiş. Ama o,martıların bu işi başaramıyacağına inanımış.  O günden sonra Masalistan defteri, -bul ekiyle anılmaya başlamış. Kayıp sayfayı bulmak, Masalistan'ı bulmaya, masallar şehrini kurtarmaya eş tutulur olmuş. Üstelik efsaneler diyarının adı da bundan esinlenerek "İstanbul" konulmuş. Aslında İstanbul'u İstanbul yapan çoğu şey varmış. Ve bu ismin konulması da bir efsaneden gelmiş. O günden beri efsaneler, unutulmamak için hep anlatılır olmuş.

Yasin, can kulağı ile dinledi ablasını. Çok hoşuna gitmişti efsane, sanki yaşamış gibiydi. Aslında Gülin, bu kadar efsaneyi yeterli görüyordu. Ama ikisi de efsanenin etkisinden çıkınca, çevrelerini sarmış, onları dinleyen bembeyaz martıları gördüler. Martılar, yem verenlere bile bu kadar yaklaşmıyordu. Gülin, anladı ki martıların da çok hoşuna gitmişti efsane. Artık Galata Kulesi'nin efsanesini anlatmasını isteyen yalnızca Yasin değildi. Üstelik martıların arkasında bir de turistler vaırdı. Turistlerin pek birşey anlamadığı kesindi ama efsane çevirmenin hoşuna gitmişti demek. Ve efsanesini çevirmiş olmalıydı. Çünkü turistler de martılara hiiiç elleşmiyorlar ve sanki anlatmasını ister gibi bakıyorlardı.

 -Galata Kulesinin Kız Kulesine Aşkı
İstanbul'un Galata semtinde, taa Cenevizlilerden beri cesurca, mertçe yükselen bir kule vardı. Yüzyıllara dayanarak ayakta kalmayı başarmış, zamana direnmişti. Ancak Galata Kulesi son zamanlarda kendini yalnız hissetmeye başlamıştı.
Günün birinde bir narin kule yükseldi, boğazın ortasında. Adına da kız kulesi derlerdi. Bu kuleyi gören Galata Kulesi, artık hiç üşümez olmuştu kış günlerinde. Yalnız değildi artık. Ve hissettiği duygunun AŞK olduğunu anlamıştı. Ve Kız Kulesi de seviyormuş onu. Ama aşkını açıklayamıyormuş, çünkü böyle ulu bir kulenin kendisi gibi küçük bir kuleyi seveceğine ihtimal vermiyormuş. Galata kulesi, kız kulesinin aşkıyla yanıp tutuşmuş birkaç defa. Ama yeniden onarmışlar onu. Ve dayanamamış, Kız Kulesine kuşlarla mektup yollamış. 
Galata'nın da onu sevdiğini gören Kız Kulesi, çok sevinmiş. Artık her gün mektuplaşıyorlarmış kuşlarla. Mektuplaştıkça aşkları daha da artıyor, daha da bağlanıyorlarmış birbirlerine. Ve...
Artık kavuşmak istiyorlarmış birbirlerine. Galata Kulesi, kendini toprağa bağlayan temellerinden kurtulamamış. Kız Kulesi de ben geleyim öyleyse, demiş. Sonuçta denizin ortasındaymış. Ama o da deneyince anlamış, hareket edemeyeceğini. Çünkü onun adası da denizin derinliklerine sımsıkı bağlıymış.Birbirlerine kavuşmalarını sağlayacak tek şey, Galata Kulesi'nin mesajını Kız Kulesine bir insanın iletmesiymiş. 
Günün birinde müjdeli bir haber duyuş kuleler. Hezarfen denilen bir bilge, Galata Kulesinden bir uçuş gerçekleştirecekmiş. Galata Kulesi bu muştuyu hemen Kız Kulesine iletmiş. Sayılı gün çabuk geçmiş, sonunda beklenen gün gelmiş. 
Galata Kulesi, Hezarfen'e çok rica etmiş. Hezarfen'in asıl amacı aslında  Doğancılar değil, Kız Kulesiymiş. Ama rüzgar bu, ne zaman nereden eseceği belirsizmiş. Hezarfen çok uğraşmış, ama akıntıya kapılıp, Üsküdar'a gitmiş. O gün bu gündür kuleler beklerler. Geceleyin mektuplar gönderirler. Geceleyin gözlerini İstanbul'un erguvan semalarına dikenler, bir kuş olup, uçuşmak isterler. 








-Efsaneler Alıntıdır.Masalistanbul Kitabı/Figen Yaman Coşar/Genç Erdem-